Uzun, acılı, çok acılı ve ağrılı, katmer katmer sancılı günlerin ardından bir "alo" sesinin içimde uyandırdığı elektrik şokunun etkisini böylesine derinimde yaşarken ben ve onu hala tir tir titreyecek kadar çok severken, onun benim hakkımda söyledikleri o kadar iğrenç hissettirdi ki bana kendimi... Ben bu sözleri ve sıfatları hakedecek ne yaptım dedim? Ne yaptım, ne hissettirdim de bu kadar kötü oldum? Eğlenilecek kızlar kategorisinin en tepe noktasındayken yerim, ben aslında bunun tam tersini düşünmüşüm 6 yıl boyunca. Doğmamış çocuğa don biçen senaryolarla benim kendisini mutsuz edeceğim ve anlaşamadığımız noktasına o kadar inandırmış ki kendini o yüzdenmiş benim yediğim bu koca tekme. O yüzdenmiş bunca yaşanan acılar. O yüzdenmiş beni engellemen ve sana ulaşmamı sağlayacak tüm yolları tıkaman. O yüzdenmiş bensiz daha mutlu olduğunu kanıtlayan her şey.
Ben onun beni biraz olsun sevdiğini ve bu sevgiye sahip çıkacağı ümidini en temiz halimle içimde korurken ve ne olursa olsun onu beklemeye devam ederken, onun benim hakkımdaki düşünceleri ve kesin kararı artık içimdeki her şeyi ama her şeyi bitirdi. Ne bundan sonra Onur var, ne de sevgisi. Artık gözyaşlarımın gereksiz aktığını anlıyor ve kaç gündür kendi kendime sardığım bu yarayı yalnızlığımla daha bir nefretle sarıyorum. Çok acı çekeceğimi biliyorum ama bu saatten sonra istenmediğimin somut kanıtını duyduktan sonra ben gururumu da yanıma alır giderim. Hakkım helal olmasın.
Can Elif'imin dediği gibi:
Hadi topla yüzünü prenses!
Üzülme katla hüznünü.
Kaldır çekmecene bir yerlere sakla.
Daha ömrünü tüketecek nice yaraların olacak, kabukları düşecek, yeniden kanayacak...
Kırmak istiyor bırak gitsin.
Gitmek istiyor bırak gitsin.
Bi daha gelmesin!
İster yen ister yenil.
Daha gençsin öğreneceksin.
İster sev ister sevil,
daha neler göreceksin.
En sevdiğin yanlızlığını al geçir sırtına,
eserse hafiften hüzün üşümezsin...
Belki elmacıkların ıslanır,
fena mı yanakların allanır.
Ağla,durma ağla, biraz ruhun cilalanır.
Kırmak istiyor bırak gitsin.
Gitmek istiyor bırak gitsin.
Bi daha gelmesin!
İster yen ister yenil.
Daha gençsin öğreneceksin.
İster sev ister sevil, daha neler göreceksin.
Gençsin, Güzelsin...
Artık bu "yalan aşk" üzerine konuşacak tek kelimem yoktur.
26 Eylül 2011 Pazartesi
25 Eylül 2011 Pazar
boşunalık.
İkili delilik demiş ya Sezen Aksu işte bizimki de aynı böyle bir şey. Koskoca bir ay geçti yaşadıklarımızın üzerinden hatta fazlası. Sağlıksız, sancılı, kötü bir dönemdi bu koskoca bir ay. Kimi zaman çok sinirlenip, öfkelenip, sevdiğine ve sevgisine sahip çıkmaktan aciz ve sorumluluk sahibi gibi görünüp aslında içinde tam tersi bir kişilik taşıyan bir adamı sevmeye devam etmenin koca bir aptallık olduğunu düşünürken, çoğu zaman içimdeki gerçek bağlılığı ve yapılanın yanlış hem de çok yanlış bir durum olduğunun bilincinde olsam da sevdiğim adamı özlediğimi hem de çok özlediğimi hissediyorum ve biçare bir boşunalıkla o'nu beklemeye devam ediyorum. Bu boşa geçen isimsiz, suretsiz, anlamsız zamanlar çok saçma geliyor bana. Yani neyi beklediğimi, neden beklediğimi bilmeden geçiyor günler. Her geçen gün umutlarım daha çok kırılıyor. Ben öfke patlamalarının ardından zehir zemberek sözler sarfetsem de biliyorum ki o'nu çok seviyor ve yine bekliyorum. Zaman, bu bekleyişin umutsuzluğunu gözümün içine içine sokuyor da ben hala bir umut bekliyorum. Bu, normal bir şey değil ama. Bu hal, normal bir hal değil. Seven bir insanın kaldıramayacağı bir yük. Hamallığını yaptığı günlerin sonunda indirdiğinde bu yükü omuzlarından geriye nasıl delik deşik yaralar bıraktığını, iltihaplanmış ve çıbana dönmüş yaraların ne kadar sürede kapanacağını bilmeden an'ın getirdiği gaflet duygusuyla bencilce yaşanıyor duygular.
Benim sevgim, o'nun sevgisi, bizim sevgimiz harcanıp gidiyor da bir dur diyen olmuyor bu işe. Artık dayanamıyorum ama cidden dayanamıyorum. Olmak ya da olmamak mevzusu şu an kilitlenip kaldığımız nokta. Ya olacak ya olmayacak. Seviyorsan çıkıp mertçe sahip çıkacaksın sevgine, sevdiğine. Sevmiyorsan yol vereceksin, bakacaksın önüne. Ben sevdim, sahip çıktım, yalvardım, ağladım, geberdim. O da sevdi belki ama o kadar ürktü benden, o kadar cesaretsizdi ki beni taşımaya, kendi kabuğuna çekildi. Sessizliği kendine yakıştırdı ve aynı sessizliği korumaya devam ediyor. Çok mu iyi ediyor? Çok mu güzel her şey böyle davranarak? Asla. Hatta yaşananlar daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bir konuşsa. Bir ses etse. Yok.
Biliyorum, bu satırları okuyor ve içinden ya gizlice gülüyorsun ya da senin de kalbin mengene arasında sıkışmış hissini yaşıyor. Ben senin yüzünün güldüğü fotoğraflara baktıkça etrafındaki o saçma sapan insanları nasıl kıskanıyorum, 6 yıllık sevdiğini değil bu iki günlük insanları tercih ettiğini gördükçe sana nasıl öfkeleniyorum, acı çekmektense her şeyi yoluna koyabilecek güce sahipken böyle eli kolu sessiz, suspus bağlı kalmanı nasıl yadırgıyorum anlatamam sana. Anlatabilsem zaten her şey şimdiye dek çözülmüştü ya neyse.
Ama unutma ben senden çok daha cesaretli ve sevgisine,sevdiğine sahip çıkan bir kadınım.
Sen etrafındaki saçma sapan arkadaşlarının hayatına özenirken, onların özgürlüğünü görüp kendini, bileklerinden kelepçelenmiş bir gelecekte hapsolduğun gibi asılsız bir düşün içinde hayal ederken ne kadar cesaretsiz ve korkak olduğunu kanıtlıyorsun aslında. Bu sıfatları sana yakıştıramıyorum yine de. Ama yaşadıklarım bana bunları hissettiriyor ve düşündürüyor. Benim umutlarım her geçen gün daha bir ölürken, sen hayatını yaşamaya devam ediyorsun. Şayet gün olur da dönersen, bu küçük kadını bıraktığın yerde asla bulamayacaksın.
Neyse.
Daha fazla deşmeyeceğim yaramı.
Sabrediyorum sadece.
Biraz daha sabır yalnızca.
Sonrası selamet.
23 Eylül 2011 Cuma
küçücük bir kadın.
Sana bir söz yazdım bugün
Yolladım rüzgarla
İçinde gözyaşı vardı
Küçücük bir kadınla...
22 Eylül 2011 Perşembe
marmara adası seyahati*
10 günlük tatilimin ikinci durağıydı Marmara Adası. Hem kuzenimin düğününün hem de sevdiklerimin bir arada olduğu bir eğlenceydi benim için.. Gündüz adada fotoğraf çekimi, balıkçı teknelerindeki amcaların balık sohbetleri, kahve molası, mermerlerin yüzümüze parlak parlak vuran sedefli sıcağında vakit geçirirken akşam eğlence, sohbet, bol kahkahayla dolu masa başı toplanmalarından aldığım keyfin tarifini iki satıra sığdırmam inanın çok güç.. Kendimi toparlayıp eski Yeşocan'a kavuşturdu bu ara tatil.. Daha geride Tekirdağ ve İstanbul'da geçirdiğim 3 koca dolu gün ve fotoğraflarım var.. Dostlarıma yaralarımı içtenlikle sarmama yardımcı oldukları bu zamanlar adına tekrar ve tekrar teşekkür ediyorum. İyi ki var hepsi!
Çok yakında diğer satır başlarıyla dönmek dileğiyle!
19 Eylül 2011 Pazartesi
smiles from sunflower.
Çok keyifli ve eğlenceli geçen bir on günün ardından bol blog postlarıyla dönüş yapacağım. Ama önce biraz dinleneyim. Şimdilik smiles & kisses.
13 Eylül 2011 Salı
bir aşk kadını olmanın dayanılmaz ağırlığı.
İçindeki aşk'tan kaçmak adına nereye gidersen git, onu bastırsan da hep içinde bir köşelerde o seninle birlikte geliyor..Kurtulamıyorsun. Bir şarkı sözünde ya da melodide, bir yazıda, bir olayda, bir mekanda, vs. Gözlerin doluyor ve canın kaldığı yerden acımaya devam ediyor. Nefes almakta güçlük çekiyorsun resmen. Bir şey boğazında öyle sert ve acı bir şekilde düğüm oluyor ki, bu şey'in içinde hissettiğin yoğun aşk'tan kaynaklandığını pek tabii biliyorsun da ses edemiyorsun işte. Tek yapabildiğin ağlamak, ağlamak, ağlamak. Bu kadar güçsüz ve takatsiz kalmanın da tek bir açıklaması var ki bu da senin gerçek bir aşk kadını olman elbet. Gerçekçi olsan, düşüncelerini de bu gerçeklik üzerine şekillendirsen o zaman böyle acı çekmeyeceksin ama söz geçiremiyorsun kendine. Hani tamam diyorsun artık mantıklı hareket edeceğim, canımı böyle yakan her neyse ondan kendimi soyutlayıp daha adını anmayacağım, kendimi düşünüp hayatımı ona göre şekillendireceğim ama olmuyor, yapamıyorsun. Çünkü seviyorsun. Hem de hiç olmadığı kadar çok sevmeye devam ederek seviyorsun. Hakedip haketmemek önemli değil sadece sevgiyi, bağlılığı, özveriyi, içtenliği tamamen tabiatının en önemli unsurları yapmandan kaynaklanıyor bu durum. Ama karşı taraftan bir duvar soğukluğu gördüğünde tüm bu güzel hissiyatlar bir anda parça parça olup ellerine batıyor ve seni kana buluyor. Her geçen gün biraz daha tükenen ümitlerle öyle ya da böyle yaşamaya devam ediyorsun. Çok zoruna gidiyor. Hayatında hiç olmadığı kadar büyük hayal kırıklığını yaşıyorsun. Böyle sessizlikle ve yalnız başına bırakılarak terbiye edilmek senin gibi bir aşk kadınının sadece kollarını, kanatlarını kırıp yolun kenarında bir paçavra kadar önemsiz halde bırakıyor. Gözlerin sonsuz bir boşlukta takılıp kalıyor ve titreyen dudaklarla yaşlarını akıta akıta bekliyorsun öylece. Yine ses etmiyorsun. Çünkü sen bir aşk kadınısın. Sen gerçekçi olup mantığınla hareket edemeyecek kadar çok aşk'ı sevensin. Ama unuttuğun çok önemli bir ayrıntı var ki "Bu hayatta kimsenin bir başkası için ölmediği ve asla da ölmeyeceği" gerçeği.
Tarifsiz kırgınlıklarım varken taa içimde ben yalnız başıma sarıyorum yaralarımı. Sardıkça daha çok kanıyor. Sardıkça nasıl bir boşunalıkla kendimi oyaladığımı görüyorum. Her şey boşuna. Sevmek, hala deli gibi sevmek ve içimde hep minicik bir umut kırıntısıyla beklemeye devam etmek hep boşuna. Çünkü biliyorum ki bundan sonra hiçbir şey eskisi olmayacak ve asla düzelmeyecek. Ben hep acı çeken bir aşk kadını olmaya devam edeceğim ve sevdiğim adam hep kendi başına buyruk, onu olumsuz etkileyen dostlarının yanında mutlu mesut yaşayacak. O, sevdiği ve onu deli gibi gözü kara seven kadına sahip çıkamayacak kadar cesaretsiz ve korkak bir kişiliğe bürünürken ve bunu içinde yaşadığı anın gafletiyle acımasızca yaparken ilerleyen zamanlarda içinde yaşayacağı pişmanlığın ve hiç kimsede bulamayacağı bu sevginin ve özverinin değerini çok iyi idrak edecek fakat işte o vakit ben eski ben olacak mıyım, ya da eskisi gibi bir sevgiyle onu sevmeye devam edecek miyim işte orası tam bir muamma.
Tek bir söze bakarken her şey ve karşımdaki adam ne olursa olsun bana 1 adım geldiğinde benim ona 10 adım koşa koşa gideceğimi bildiği halde böyle yapmaya devam etmesi, onun içindeki aşk'ın öldüğünün ve beni artık gerçekten sevmediğinin en somut kanıtı olarak gözlerimin önünde duruyor ve bu o kadar zoruma gidiyor o kadar zoruma gidiyor ki...
İçimden taşıyor her şey.
Bir aşk kadını olmanın dayanılamaz ağırlığını tüm uzuvlarımda hissederek vazgeçiyorum senden. Çünkü bunu ben hiç istemedim, istemiyorum. Bunu sen istedin, sen istiyorsun.
Şimdi, BÜTÜN SÖZLER BENİMDİR, SESSİZLİK SENİN!
Tarifsiz kırgınlıklarım varken taa içimde ben yalnız başıma sarıyorum yaralarımı. Sardıkça daha çok kanıyor. Sardıkça nasıl bir boşunalıkla kendimi oyaladığımı görüyorum. Her şey boşuna. Sevmek, hala deli gibi sevmek ve içimde hep minicik bir umut kırıntısıyla beklemeye devam etmek hep boşuna. Çünkü biliyorum ki bundan sonra hiçbir şey eskisi olmayacak ve asla düzelmeyecek. Ben hep acı çeken bir aşk kadını olmaya devam edeceğim ve sevdiğim adam hep kendi başına buyruk, onu olumsuz etkileyen dostlarının yanında mutlu mesut yaşayacak. O, sevdiği ve onu deli gibi gözü kara seven kadına sahip çıkamayacak kadar cesaretsiz ve korkak bir kişiliğe bürünürken ve bunu içinde yaşadığı anın gafletiyle acımasızca yaparken ilerleyen zamanlarda içinde yaşayacağı pişmanlığın ve hiç kimsede bulamayacağı bu sevginin ve özverinin değerini çok iyi idrak edecek fakat işte o vakit ben eski ben olacak mıyım, ya da eskisi gibi bir sevgiyle onu sevmeye devam edecek miyim işte orası tam bir muamma.
Tek bir söze bakarken her şey ve karşımdaki adam ne olursa olsun bana 1 adım geldiğinde benim ona 10 adım koşa koşa gideceğimi bildiği halde böyle yapmaya devam etmesi, onun içindeki aşk'ın öldüğünün ve beni artık gerçekten sevmediğinin en somut kanıtı olarak gözlerimin önünde duruyor ve bu o kadar zoruma gidiyor o kadar zoruma gidiyor ki...
İçimden taşıyor her şey.
Bir aşk kadını olmanın dayanılamaz ağırlığını tüm uzuvlarımda hissederek vazgeçiyorum senden. Çünkü bunu ben hiç istemedim, istemiyorum. Bunu sen istedin, sen istiyorsun.
Şimdi, BÜTÜN SÖZLER BENİMDİR, SESSİZLİK SENİN!
11 Eylül 2011 Pazar
o değil de..
Bu içimdeki sıkıntıyı, gözlerimdeki kederi, gözyaşlarını, pırıltısız sahte coşkuyu nereye gidersem oraya götürmesem daha iyi olacak..ve işin ilginç yanı ben bu kadar büyük acılar çekmeye devam ederken o'nun normal hayatına aynı vurdumduymazlıkla ve acımasızlıkla devam etmesi çok zoruma gidiyor. İşte bu yüzden bu keder bulutu başımın üzerinden hiç kaybolmuyor. Ne karaymışsın sen aşk..ne katran karası, ne zehir acısıymışsın da beni böyle kıs kıs kıvrandırıyormuşsun avuçlarında..
İçimde öyle büyük kırgınlık var ki..
Nasıl geçecek?
Nasıl iyileşecek benim yaralarım?
Ne zaman toparlayacağım?
Ne zaman rahat ve huzurlu bir nefes alıp, pırıl pırıl parlayacak benim gözlerim?
Uykularım ne zaman düzene girecek?
Bu sahte maske ne zaman düşecek yüzümden?
ve diğerleri işte.
Hayat hiç olmaıdğı kadar zor ve bundan sonra da daha kolay olmayacak.
İçimde öyle büyük kırgınlık var ki..
Nasıl geçecek?
Nasıl iyileşecek benim yaralarım?
Ne zaman toparlayacağım?
Ne zaman rahat ve huzurlu bir nefes alıp, pırıl pırıl parlayacak benim gözlerim?
Uykularım ne zaman düzene girecek?
Bu sahte maske ne zaman düşecek yüzümden?
ve diğerleri işte.
Hayat hiç olmaıdğı kadar zor ve bundan sonra da daha kolay olmayacak.
8 Eylül 2011 Perşembe
here comes the sun.
Yarın, çok büyük ve yoğun acılar yaşadığım, tek bir turuncu koltuk üzerinde gözyaşı döküp cenin misali kıvrılıp yattığım bu depresif odadan ve evden dışarılara atıyorum kendimi. Toparlanmak ve artık normal hayata dönüp kaldığım yerden yaşama devam etmek istiyorum. Dik, sağlam ve istikrarlı bir şekilde.
Yaklaşık olarak 10 gün yokum. Arada bir selam vermek, seslenmek, varlığımdan haberdar etmek için uğrayacağımdan şüphen olmasın.. Döndüğümde avucumda birikmiş binlerce fotoğraf, anı, kahkaha ve güzellik olacak..
Şimdilik görüşmek üzere..
7 Eylül 2011 Çarşamba
6 Eylül 2011 Salı
son.
Artık yeter. Artık yokum ben. İstediğin kadar bekle, istediğin kadar düşün taşın kendi küçük dünyanda. Bensiz nasıl ve ne kadar mutlusun, rahatsın da beni bu şekilde beterin beteri bir cehennemde tek başıma bırakma yürekliliğini gösteriyorsun? Ben sana nasıl bir sevgiyle bağlanmışım da sen gözünü kırpmadan beni bunca acının koynunda böyle bırakıp gidiyorsun tek ses etmeden, konuşmadan? Nedir bu kadar beklediğin, nedir ne? Arkadaşlarınla görüşmeye, konuşmaya ailenle vakit geçirmeye devam ederken bir tek beni dışarıda bırakıyorsun.. Kendimi korkunç derecede dışlanmış, gözardı edilmiş, umursanmaz, değersiz bir insan gibi görmemek elde değil. Ben bu değersizliği hakedecek hiçbir şey yapmadım! Herkes kendi cephesinden bakıyor kendi dünyasına, yaşadıklarına..Ben de öyleyim ne yazık ki.. Seni anlamaya çalışmak adına nasıl bir çaba gösterdiğimi hiç bilemeyeceksin. Çünkü sen bu durumda sadece kendini düşünensin. Beni biraz olsun düşünsen zaten bu kadar zaman beklemezsin.. Ben sensiz geçen her günü ırmaklar dolusu gözyaşıyla atlatmaya çalışırken sen kılını kıpırdatma merhametinden yoksun sadece düşünmek denen saçma sapan bir boşunalıkta zaman öldürüyorsun..Upuzun yıllar boyunca karar veremediğin şeyi bir süre uzak kalarak mı vereceksin söylesene bana? Benim buna sabrım, gücüm yetecek mi sanıyorsun?Yetmez, yetmeyecek ve ben artık kaldıramıyorsam bu ağırlığı koyverip gitmek en güzeli.. Zaman geçse neye yarar? Sen bana dönmedikten sonra.. Sen beni İSTEMEDİKTEN sonra!!
Biraz olsun kendimi düşünmek ve ardıma bakmadan kendi yoluma gitmek bundan sonraki tek amacım. Olmasın kimse hayatımda. Varken canım böyle delik deşik acıyorken, yokluğundaki acının da ceremesini kaldırabilir bu zayıf, güçsüz, biçare yürek. Toparlanırım. İnsanüstü çabamla her türlü acımasızlığı ve vicdansızlığı atlatırım. Evet çok yanacak canım, evet ölüp ölüp dirilme çabasıyla her gün biraz daha tükendiğimi zannedeceğim belki ama nasırlaşacak acılarım. Sancılar yerini düz dümdüz ve duyarsız bir boşluğa bırakacak. Ben bu acıya dayanamıyorum. Ben bu acıyı kaldıramıyorum. Ben bu şekilde anlamsızca bir bekleyişi taşıyamıyorum. Öyleyse sen benden nasıl el ayak çektiysen ben de senden sonsuza dek çekiyorum. Git ve bir daha dönme geri!
Bu aşk denen zıkkımı da yüreğimin en dip kör noktasına kilitleyip gidiyorum!
Çıkmasın bir daha gün yüzüne, görmeyeyim, duymayayım adını..sanını!
küçükhanım.
5 Eylül 2011 Pazartesi
unutma bahçesine hoşgeldiniz.
Son zamanlarda okuduğum Lütfiye TEKİN'in Unutma Bahçesi isimli kitabı, içinde bulunduğum duruma net çizgilerle gönderme yapan bir kitap olarak raftaki yerini aldı. "Unutmak" ve "Hatırlamak" temaları üzerine duran bu güzel yapıt beni, unutmanın geçmişte yaşanan pek çok iyi-kötü olayı bir bohça yapıp uçurumdan aşağı atmanın gelecek için en güzel yatırım olduğu konusunda ikna etmedi değil. Yavaştan bohçamı dürmeye başladım..
Kitapta bulunan 10 maddelik şu bölüm öyle hoşuma gitti ki paylaşmadan edemeyeceğim.
1- Okuduğun bütün kitapları, çektiğin fotoğrafları, yaptığın resimleri unutacaksın.
2- Adını, geçmişini, geleceğini, yazdıklarını, yazacaklarını unutacaksın.
3- Çocukluk rüyalarını, bildiğin ağaç adlarını, toprağın neden kendini parçaladığını, yağmurların en çok hangi mevsimde yağdığını unutacaksın.
4- Tahta kulübeye giden yolu, içinden sular geçen köyü, parçalanan defter sayfalarını unutacaksın.
5- Gitmek istediğin adaları, yıktığın evleri, kırık gitarı, dizdiğin odunları, kurduğun düşleri, tanıdığın kuşları, karıncaların yaşamını, sevdiğin bütün yüzleri unutacaksın.
6- Gezindiğin bedenleri, katettiğin ülkeleri, yüzdüğün denizleri, kuruttuğun toprakları, ektiğin ağaçları, suladığın bahçeleri, okşadığın çocuk yüzlerini, tırmaladığın kedileri unutacaksın.
7- Söndürdüğün yangınları, taşan göletleri, sabahlara kadar dans ettiğin geceleri, sevgilinin adını sayıklayarak ter içinde uyandığın sabahları unutacaksın.
8- Sana yazdıklarımı, senden sakladıklarımı, almadığın hediyeleri, verdiklerini, çığlıklarla koşturduğun günleri, duvardaki yumruk izlerini, parçalanmış bedenini, tuvalette baygın yatanı unutacaksın.
9- Buzlar ülkesinde yanan masal kahramanlarını, palyaçoları, yunusları, avucundan kaçan sincapları, ateşlerde yanan silinmiş yazıları unutacaksın.
10- Çocukluğun düşler ülkesi olduğunu, gençliğin duvarlarla kıstırılmışlığını, arabanla gökyüzüne uçtuğun zamanları, uyuyup kaldığın beyaz odaları unutacaksın.
Bir tek şeyi unutmayacaksın. Onun da ne olduğunu söylemeyeceğim.
Okuyarak iyileştirmeye çalıştığım yaralarımın zaman zaman beni boğacak derecede nefessiz bıraktığını, altını çizdiğim satırlarla kim bilir ne zaman, nerelere, kimlerle gittiğimi, dalgınlıkla 3-5 sayfayı okuyup bir şey anlamadan tekrar geri dönüp okuduğumu, iyi olduğum düşüncesini beynimin herbir kıvrımına ince uçlu özel el yapımı iğnelerle zerketmeye çalışırken aslında sadece kendimi kandırdığımı, mutlulukla tebessüm eden yüzümün aydınlığını geri kazanmak uğruna her gün ayna karşısında dakikalarca rol çalıştığımı, gün aydınlıkken her şeyi unutabilen hafızamın gece yastığa başımı koyduğumda isyankar bir ergene dönüşüp her şeyi kırıp parçaladığını ve gözlerimden yaşları oluk oluk akıttığını, ve daha onlarca hadisenin şu 1.55lik küçücük beden içinde savaş ortamındaki dehşet gibi süre gittiğini bir ben bilirim.
Şimdiii "Unutmak" istemek, tüm bu acıları dindirecekse neden unutmayayım söyle sevgilim?
Yolumuza kaldığımız yerden Aslı ERDOĞAN'la devam ediyoruz yanımızda koca bir bardak dolusu tamek kahvaltım'la!
Esen kalın.
4 Eylül 2011 Pazar
..der bir amerikalı yazar..
"Ilık bir kış günü idi, dünya uyukluyordu, her taraf sessizlik içindeydi. Ne hızla giden bir otomobil gürültüsü, ne şu, ne bu. Duyabileceğiniz, bu susan dünyanın ılık, serin, memnun ve melankolik sükunetinden ibaretti. Dünya! Ah Allahım, canlı olmak, ne iyi şey. Ne büyük saadet şu dünyada küçük bir eve sahip olmak. Öyle bir ev ki, uzun yaz akşamları için önünde geniş bir balkonu olsun, odalarında masalar, sandalyeler, yataklar. Bir piyano, bir soba. Duvarlarında "The Saturday Evening Post" gazetesinden kesilmiş resimler. Dünyada bir yer işgal etmek acayip ve harikulade bir şey. Canlı olmak. Zaman ve mekan içinde hareket edebilmek. Sabah, öğle, akşam; teneffüs etmek, ıslık çalmak, gülmel, konuşmak, uyumak, büyümek, görmek, duymak ve dokunmak. Güneşin altında dünya ülkelerini dolaşmak. Bir yerde bulunmak, bir yer işgal etmek. Ah Dünya!"
3 Eylül 2011 Cumartesi
life was an illusion..just like the movies.
Eylül geleli 3 gün olmuş. Yazı doya doya yaşayamadan, çoğunlukla ev-içi etkinlikleriyle geçti gitti 2011 yazı. Pek bir anlam ifade etmedi bana. Oysa ki geçen yaz böyle miydi? Ne hareket! Ne üretkenlik yarabbim! Umudum 2012 yazına kaldı. Sen sağ, ben selamet.
Neyse efendim. Bildiğiniz üzre buaralar pek iyi halet-i ruhiyelerde değilim. Gel-git'ler, bir iyi bir kötü ruh halleri, ee malum üzerine bir de klişe bir tabirle sarı sonbahar eklenince içimdeki duygusallık ve hüzün bulutları başımın üzerinde delicesine dans etmeye devam ediyorlar tam gaz. Onları def etme çabasıyla uzaklaşıyorum kendimden, yaşadığım yerden. Sokaklara atıyorum ayaklarımı. Onların götürdüğü yer hep bir deşarj etkisi uyandırıyor zihnimde, bedenimde. Kendime geliyorum az da olsa. Unutmak yaşadıklarımı, acılarımı, sıkıntılarımı, ertelemek ya da ötelemek, bu eylemleri hissetmeme yardımcı oluyor. Ayaklarımız iyi ki var!
Geçen yine Beyoğlu'ndaydım. Kardeşim U. Kuzenim E. ve bendeniz gezdik bol bol da fotoğraf çektik. Sonra Teras/Konak kafeye giderken yolda üç kişiyle tanıştık. Fotoğraflarını çektik ve sonra onlar da bizimle Konak'a geldiler. Bir masa etrafında toplanıp çok uzun bir süre bol bol sohbet ettik. Biri Rus-Marina, diğeri Ermeni-Simon, bir diğeri de Türk-Ceren. Güzel bir tesadüf sonucu arkadaş olduk. Sondan bir önceki fotoyu inretnational bir foto olarak koydum. Çin'li,İngiliz, Rus, Ermeni, Türk. Güzel bir anı olarak kaldı o akşamki rastlantı.
Önümüzdeki günlerde yoğun bir etkinlik ve fotoğraf programı beni bekliyor. Düğün, bir kamyonla yolculuk, ada, deniz, falez şimdilik size sunabileceğim anahtar kelimeler. Dönüşümde fotoğraflarım ve anılarımla bulmacayı birlikte tamamlarız.
Günün sözü:"Kötü şeyleri unutup gördüğüm iyi şeyleri canlı tutmayı başarabilirsem, belki yalnızca iyi şeyler yaşanır."
2 Eylül 2011 Cuma
my self.
you can take anything in nature and focus on the negative, but the positive beauty of it can change your life!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)