26 Eylül 2010 Pazar

çıkarken kapıyı kapamayı unutmayın lütfen.


31 Ekim'e dek kendi kabuğuma çekilmeye karar verdim.
Ne duymak, ne görmek, ne işitmek, ne yazmak, ne de dahil olmak istiyorum.
Yapayalnız..
Sadece ben ve kitaplarım.
Gerisine şimdilik uzun soluklu bir mola.
Görüşünceye dek hoş kalın.
Sevgilerimle.

ode to unhappiness!


Bugünlerde sık sık ve iri iri ağlıyorum.
Gözyaşlarım, zirvesinden kopup aşağıya doğru büyük bir gürültüyle yuvarlanan koca kayaların ağırlığında sanki. Her bir damla benden tonlarca ağırlıkta hissi alıp götürüyor.
Yerinde yeni sancılı damlalar türüyor mantar gibi. Islandıkça daha yenileri, en yenileri.

Fazla alınganım bir de.
En olmadık şeylere kırılıyor narin yüreğim. Gözlerim anında doluyor ve sonra fışkıyor yaşlar fıskiye misali durmadan, soluklanmadan. İyi gitmiyor aslında hiçbir şey. Ben iyi olduğunu sanıyorum. Mücadele etmem gereken milyonlarca olay/durum/kişi/ve başlı başına bir kendim varken bu kadar sorumluluğun altından nasıl kalkacağımı bilemez hallerde kendi kabuğuma çekilmemin yararıma olacağını düşünüyorum.
Yalnızlık ve sessizliğe ihtiyacım var ve derin derin soluklanmaya.

Beynimin içinde öyle süprüntü pislik kirli kokmuş düşünce var ki!
Bir salise/saniye/dk. geçmesin ki ben bu çöplük yığını düşüncelerle kendimi meşgul etmeyeyim.
Uyku düzenim berbat!
Gece saat 12'de yatıyorum sabah 11'e dek uyuyorum.
Peki gerçekte uyuyor muyun?
Elbette ki hayır.
Birbirinden saçma salak ve dengesi sarsılmış bir psikolojinin bilinçaltımda yarattığı o korkunç dünyanın her gece 5 bölümlük kesitleriyle uğraşıp duruyorum.
Rüya görüyorum diyemem, olamaz zaten.
Gördüklerim kelimenin tam anlamıyla Kabus Kabus Kabus!!

Yüzüm gözüm şişmiş bir halde yataktan kalk, kendimi zorla lavaboya götür, yüzüme soğuk soğuk 5-6 kez su çarp, sonra aynaya bak ve kendinden tiksin!

Mutlu değilim.
Mutlu olamıyorum.
Birşeyler eksik.
Birşeyler hep yarım ve ben boşluktayım.
Ayaklarım yerden 646903735586 m. havalanmış ve ben bu yere ait değilim hissi tüm benliğimi çepeçevre kuşatmış.
Dinlediğim müzik zevk vermiyor, dostlarla buluşmak iyi geliyor gibi görünse de aslında öyle olmuyor, pişirdiğim yemekler, yediğim salata, izlediğim film, giydiğim bluz&etek yahut yeni aldığım minicik bir parça şey...
Şimdi herşey öyle boş ki!
Önceden minicik bir ayrıntı beni mutlu etmeye yeter de artardı bile..
Hayattan yaşamaktan sevmekten sevilmekten dehşet keyf alırdım.
Şimdi öyle hissedemiyorum bile.
İçimde birşeyler kırılmış ve ben yaşamdan elimi ayağımı çekmişim gibi..
Sanırım Amelié izleme zamanım geldi.
Beni biraz hayata döndürmesi açısından faydası olabilir gibi..

Hayatımın en manasız zamanlarından birindeyim.
Bir yerlere tutunmaya çalışırken aslında koca sisli bir boşlukta çırpındığımın farkına varamıyorum!
yazık.

yumuşacık müzikler dinleyesim var!
çok yumuşak...
şunun gibi mesela!

24 Eylül 2010 Cuma

başlık yok.


Bugüne bugün 1 haftalık öğretmenim efendiler!
Naaberr???

Derslere girip çıkıyorum, öğrencilerle uğraşıyorum 5-6-7-8.sınıf ingilizce ders kitaplarını inceliyor, farklı nasıl etkinlikler yaptırabilirim diyor, devlet okulundaki eğitimin içler acısı haline inat idealist bir öğretmen havasında çocuklara sadece ingilizce öğretmekle kalmıyor ek bilgilerle beyinlerinin 2 lobunu da harekete geçirecek aktiviteler yaptırmaya çalışıyorum.
ilk haftadan Yeşim Hoca'dan illallah etmedilerse nolim :)

Boyum 155cm. olunca devreye soktuğum sevgili topuklu ayakkabılarımla tık tık uzun koridorlar boyunca yürümek, sınıfta öğrencilerin arasında dolaşmak, nöbetçi öğretmenliğin ne menem bişey olduğunu yine bu topukluların üzerinde yaşamak gerçekten hiç akıllı işi değilmiş şu 5 günde bunu anladım.

Güniçinde canım bunca yandığı için, eve adım atar atmaz hiaaaaa!! diyerek ayaklarımdan kendilerini (topuklularım) portmantonun en ücra köşesine fırlatmak ve ayağımın altında yumuşacık kıvrınan halının o -gerçekten- iç gıcıklayan rahatlığına gevşek bir gülümseyişle kendimi bırakmak kadar keyiflisi yok!

Belki de en güzeli çalışma ortamımın samimiyeti ve güzelliği.
Müdür ve müdür yardımcısıyla çok görüşmüyoruz..
Öğretmenler odamız çok sıcak aile yuvası gibi :)
Elif, Yasemin, Tuğçe, Gülşah kafama denk öğretmen arkadaşlarım.
Diğerleri evli ablalarımız ve beylerimiz de baba ve abi kıvamında. Çok güleryüzlü ve içten bir ortam var. [tabii bunda kalabalık bir kadronun olmamasının da etkisi var.]
Sevdim yani.
Keyifle çalıştım, çalışacağımdan da şüphem yok.

Yalnız daha önce hiç düzenli bir iş deneyimi olmayan bir kişi olarak Cuma günü mesai sonunu beklemenin nasıl bir tad olduğunu bugün anladım ya en güzel his buydu sanırım.
Tamam ilk kez bir sınıfta, kendi öğrencilerimle ders işlemenin tadı da bir başka ama en güzeli yine de mesai bitimiydi..
Pazartesi sendromu'nu da kıçımı devirip dinlendiğim şu koca 2 günün sonunda göreceğim bakalım nasılmış ;)

Buarada yeni KPSS tarihi de belli oldu.
31Ekim 2010!
Zaten çoktan başlamış olduğum "tekrar hazırlık sürecimin" kesinleşen tarihiyle şimdi planlarımı daha koordineli bir hale getirmem gerektiğini düşünüyorum.
Hepi topu 1 aylık bir zaman içine sıkıştırabildiğim kadar soru sıkıştırmayı planlıyorum.
Bunun için de son bir kez atağa kalkıp bu kez hiçbir yanlışlığa ve de haksızlığa pabuç bırakmadan alnımız akıyla işin içinden çıkıp kadrolu öğretmen olarak işe devam etmek istiyorum.
Dileklerimiz gerçekleşir umarım.

Bu hengamenin içinde asıl beni en çok etkileyen mevzu Onur'suz geçen zamanların içimde ve dışımda nasıl büyüdüğü!
Özlem kelimesi yakışmıyor içimdeki derin görme/hissetme/duyumsama arzusunu tasvir etmek için..Öyle yalın ve çıplak.
Yüksek bir tepenin zirvesinden aşağıya çığlık çığlığa hissettiklerimi bağırmak ve gözlerimden akan yaşları rüzgarın yüzüme yüzüme eserek alıp götürmesi kadar pastoral.
Ve kimselerin anlayamayacağı kadar karışık.
Böyle hallerdeyim.
Dokunsan ağlarım.
Hiç susmam.
Öyle.

..Ekledim ben tattığım her şeyi denizlere
Bildiğim ne varsa onlar da hep denizlerden
Sen de bir deniz gibi yerleştir onu istersen
Sevdayı
Ve köpüklendir
Ve yaşlandır ki işte kederi anlamasın
Ama dur, her deniz yaşlıdır zaten
Öğrenmez ama öğretir mutluluğu
Bizim sevdamız da öyledir, iyi şiirler gibi
Biraz da herkes içindir.
Ve gelinciğin ikinci tadına benzemeli
Var eden kendini birincisinden
Yani bir sevdayı sevgiye dönüştüren.
Edip Cansever.

19 Eylül 2010 Pazar

işbaşı.

Hayatımın önemli dönüm noktalarından birindeyim.
Çalışma hayatım yarın öğlen saat 12:30 itibariyle start veriyor ve ben ne hissedeceğimi, nasıl davranacağımı, ne yapıp edeceğimi inan ki bilmiyorum.
Daha evvel ufak çaplı pek çok deneyim yaşadım ama sürekli bir deneyim geçmedi hiç başımdan.
Kendime güven konusunda, bilgilerimi aktarma konusunda, öğrencilerin gözündeki yerim konusunda şimdiden söyleyebilirim ki hiçbir sıkıntım yok.
Sadece devletin resmi bir kurumunda resmiyet çerçevesinde ne gibi olayların beni beklediğini merak ediyorum.
Cuma günü kısa bir görüşme yaptık verildiğim okulda.
Öğretmen arkadaşlarla tanıştık. (%98'i evli, %5'i hamile, %32'si erkek geri kalanı da kadın olmak üzere totalde 20 kişiyi aşmayan bir kadromuz var.)
Akrabalardan aşina olduğun yüzler vardır ya hani o hissi duyumsadım eve geldikten sonra ya da bir deja vu! şaşkınlığıyla "ben bu insanları" tanıyorum yahu! deyip durdum..Öylesine tanıdık yani..
Neyse bakalım.
İşim hayırlı uğurlu olsun.
Herşey dilediğim/dilediğimiz gbi olsun inşallah.

p.s. KPSS'nin iptalinden sonra tekrar yoğun tempo çalışmaya başlıyorum.
Kısmi bir iptal bize çok şeyi geri getirebilir belki..ama yenilen hakkı getirmez!
Bu ahlarla -cemaatçilere- cennet yüzü yok o ayrı!

görüşmek üzere;
ciao!

14 Eylül 2010 Salı

ufak ufak.

Maddi&manevi epey yoğun günler yaşıyorum.
Dostum sevtap'ın aşk hayatındaki inişli çıkışlı olaylara tanık olmak ve berbat bir psikolojide olan dostuma tam teşekküllü destek olmaya çalışmak, nedenleri-niçinleri-nasılları bu kadar fazla kafasına takan bir kişi için rehberlik hizmetinin en sağlamını yapmaya çalışmak ve yine aynı konuyu 1 aydır her telefon görüşmemizde (ki bir telefon görüşmemiz en az 1 saat sürüyor) dönüp dolaşıp aynı detayları, aynı olur yönleri ya da olumsuzluklarıyla ele almak, karara bağlamak, ne olacak diye beklemek vs. derken kafam çok karıştı.

Bir de tabii iş.sizlik durumum var.
Bir yerlere gidip geliyorum.
Bir yerler bana geri dönüyor sonra beni görüşmeye çağırıyor sonra ben süslenip püslenip hazırlık yapıp gidiyorum sonra biz size "sonra" geri döneceğiz diye posta koyuluyorum derken tek sağlam ümidimin yarın açıklanması beklenen "gariban" diye nitelediğim -ücretli öğretmenlik- başvurusu/sonucu olduğunu görüyorum.
Küçümsediğimden değil ücretli'ye gariban sıfatını yakıştırmam bilakis öğretmenliğe giriş babında bana iyi bir tecrübe olacağına inanıyorum lakin aynı emeği harcayıp aynı özveriyi ve sabrı öğrencilere gösterip saat başı 7 tl. alacak olmak bana çok koyuyor.
Zaten toplamda maksimum 30 saat dersimiz var ücretliler olarak bu da her ay bir çeşit aksamalara neden oluyor derken taş çatlasın elime geçecek olan para 750-800 o da her ay düzenli gidersek.. Ara tatillerde, bayramlarda seyranlarda, yapılan her türlü faaliyetin okul prog. aksattığı durumlarda o alacağımız 750-800 lira şak diye kesintiye uğrayacak ve ücretli çalışan pek çok arkadaşımın deneyimlerinden öğrendiğim kadarıyla aylık ortalama 600 lira geçecek elime.
Şimdi ortaya para mevzusunu atmam benim paragöz bir kiş olduğum anlamına gelmesin lütfen. Asla ve asla paraya önem vermem ki bu konu hakkında geçen zamanlarda uzun bir yazı yazmıştım tekrar etmek istemiyorum aynı düşünceleri.

Ortalama bir geçim için (hobilerden, gezmelerden tozmalardan, ve bilumum kültürel/sanatsal faaliyetlerden uzak) belki yeterli sayılabilir bu para. Asla azımsamam zaten ama bu ikinci sınıf öğretmen muamelesi benim canımı çok fena sıkacak bunu da belirtmeden geçemem.
Bir yerlerden başlamam gerektiğinin de fazlasıyla bilincinde olan biri olarak artık az-çok farketmeyecek ve ben 20 eylül'de ders zili çalımıyla birlikte iş başı yapmış olacağım.
Dileğim evime çok uzak bir yere vermesinler okulu bari de aldığım parayı yola yatırmayayım.

Bunun dışında ailevi fikir çatışmalarımız da artık dizboyu oldu.
Bunu bugüne dek paylaşmadım hiç. Şu vakitten sonra da paylaşmayı düşünmüyorum ama istiyorum yanımda/yöremde aynı hayatı paylaştığım kişilerle aynı noktadan bakabilsek keşke hayata!
Onlar da benim gibi düşünsün benim gibi görsün ya da benim gibi yaşasın demiyorum.
Taban tabana zıt görüşler ve düşünceler olmasın.
Ama bu biraz zor.
En güzeli son zamanlarda aldığım istikrarlı bir karar neticesinde şöyle ki; görmezden gelmek ve herkesi kendi yaşam alanında bırakmak tüm düşünsel yalınlığıyla hem de.

Deşildiğinde oluk oluk irin akacak yaralarım var benim de!
Herşey elbette dışarıdan göründüğü üzre hiç birimiz için güllük-gülistanlık değil.
Hayatın zorluğunu ve cilveli oyunlarını biliyoruz buna göre ayağı denk almak gerektiğini düşünüyorum ve elbet artık daha gerçekçi yanım ortaya çıkmaya başlıyor. Buna da daha olgun bir perspektiften bakıp, gerçekten bunun böyle olduğuna tanık olmak beni gerçek manada mutlu ediyor.
Çünkü ancak bu şekilde bu acımasız dünyayı altedebileceğime inanıyorum.

Neyse.
Bugün dostlarım nazo,gülüş ve katya'yla oldukça spontane gelişen bir kahvaltıda buluştuk.
Ardından benim Gebze'de bir iş görüşmem vardı oraya gittim. Perşembe günü tekrar çağırdılar umarım olumlu bir yanıt alabilirim.
Gebze'nin ilk avm'si açıldı buarada.
3 eylül'de nihayet "çakma gebzeliler" olarak Gebze center'ımıza kavuştuk nas-sıl mes'udum anlatamam.
Kendi içinde küçük bir -abazistan- krallığı olması benim bugün ilk kez kendisini gidip görmeme engel olamadı pek tabii.
Ne beklenebilirdi ki zaten?!
Bu açılışa dair en sevindiğim nokta şu ki; artık Gebze'de bir sinema salonu var yihh-huu!!
Pendik-Kartal köşelerinden sürünmekten kurtulduk daha ne olsun!
Tüm Gebze halkı adına bir kez daha teşekkürler size!

Eve geleli yaklaşık olarak 26dk. oldu.
Birazdan minik kardeşceğezim işten gelecek ve ben de bir 14dk. sonra mutfağa girip "yeşocan küçük anne" modunda yemek hazırlamaya koyulacağım.
Sonra da Onurcuğumun telefonunu bekleyip, bir 16-19dk. arası bıdı.bıdı konuşacağım ve ardından okumakta biraz geciktiğim Murathan Mungan'ın Yüksek Topuklar isimli kitabına gömüleceğim.
Fec'i sürükleyici gidiyor bitirmem lazım. Elimi gıdıklıyor kendisini bir an evvel okuyup bitirmem için. Bekletmemeliyim!

Yarın da yine kızlarlayız.
Optimum'a gidip mango ve koton başta olmak üzere pek çok fiyakalı markanın outletlerini talan etmeyi planlıyoruz.
İşe başlayacağız bugün-yarın.
Biraz klasik kılık kıyafetlere gömülmek lazım!
Outlet'leri tercih etmek önceliğimdir..
Malum halen çalışmayan sınıftanız.
Gelmez bize öyle sezon mezon.
Fazla konuştuğumu hissediyor, bu postun oturumunu da burada kapatıyorum!
İyi akşamlar cümleten!



Bugün de böyleydim işte.
[yalnız "bugün ne giydim"li bir resim oldu gibi haa!Neyse sen yine de idare et blog! :]

12 Eylül 2010 Pazar

bir etli kuru fasulye masalı.

Mutfak penceresini sonuna dek açıp yağan hışırtılı yağmurun sesini kulaklarıma hapsediyorum.
Çünkü şuan başka hiçbir şey duymak istemiyorum.

Kendimi toparlamakta güçlük çektiğim birgündeyim aslına bakarsan.
Sabah yataktan kalkıp kendime gelebilmek için savaşmış, ardından güzel bir kahvaltı yapıp oyumu kullanmak için hoppidi hoppidi zıplayarak okula gitmiş, etrafımı saran onlarca evet'li insanın arasında kendimi çok farklı ve uzaydan gelen bir hayır'lı gibi hissetmiş, derin düşüncelere dalan koca bir beyinle okuldan çıkıp kel.alaka pazara alışverişe gitmiş ve eve gelip koca bir tencere etli kuru fasulye pişirmiş olabilirim.
Evet evet bütün bunları ben yapmış olabilirim.

Ama bugün birtakım şeyler istediğim gibi gitmedi.
Bunu görmek de beni gerçekten çok üzdü.
Örneğin; sandıktan "evet" çoğunluğu çıktı. Halkın Geleceği ve refahı(!) adına yapılan anayasa değişiklik paketinin referandumla halk oylamasına sunulması, gerçekten referandum gerçeğini bilmeyen nice cahil insanın "evet"iyle sözde demokratik bir biçimde bizlere takdim edilmekten ziyade yüzümde bomba patlatılmış etkisi yarattı. Bu saatten sonra kimse bana demokrasiden bahsetmesin! Ağlamasın! Zırlamasın neydik ne olduk diye! :(
[Bu konuyla ilgili ne kadar çok konuşursam o kadar çok sinirlenip tozutucam! En iyisi susmak ve beklemek, bekleyip nelerin başımıza geleceğini görmek!]

Oylamanın ardından beni hayal kırıklığına uğratan bir diğer olay şudur;
Pişirdiğim kuru fasulye öyle inat bir cinsten çıktı ki sandıktaki evet'in üzerimde bıraktığı derin etkiden daha baskın bir etkiye sahip olduğunu anlamam çok uzun sürmedi.
Düdüklü müdüklü yalan! inat olunca fasulye böyle de pişmek bilmez işte.
Sözde kardeşcağazıma uzun zamandır özlemini çektiği kuru üstü pilav zevkini yaşatacaktım ama inatçı fasulyeden sebep yine pattes kızartması/salata ve bilumum kahvaltılık çeşitleriyle akşamı geçiştirmek zorunda kaldı..
Bense mutfak penceresinin önündeki masaya kurulmuş bilgisayar ekranında değişmekte olan çizgilere bakarken bir yandan, diğer yandan ocakta pişmekte olan nazlı.hanım.kızım kuru fasülyeyi bekliyorum. O pişecek de ben akşam yemeği yiyeceğim.
Maç var saat 9:30'da ona yetişse bari diye içimden dualar ediyorum.

Sahi bugün istenmeyen sonuçlar doğuran bu birtakım durumlara inat içimde deli gibi şiddetlenen bir kazanma arzusu vardı değil mi?
Türkiye- ABD maçı!
Tarih bu maçı altın harflerle yazacak/yazdı.
Dün geceden bu yana yaşadığım coşkunluğun haddi hesabı yok!
Öyle mutlu öyle heyecanlı öyle kabına sığmaz bir hallerdeyim ki!
Evde kardeşimle gözümü tv'den dk. ayırmadan pür dikkat izlediğim Türkiye-Sırbistan maçı için duyduğum gururun ve mutluluğun tarifi yok!

"son 4sn.de alınan bir maçın bizlerde yarattığı o beter mutluluğun resmini çiz hadi abidin!"

Bu akşam her türlü duygunun daha yoğun bir atmosferde yaşanacağı harika bir final bizi bekliyor! [bir spiker edası sezinledim kendimde hmmm.. :S ]
Son 1 saat kala kalbim kütürdemeye başladı yine..
Hadi bakalım iyi bir sonuç alalım.
Bari bunda yüzümüz gülsün!

Buarada ben de nihayet pişmiş olan ve esprisi gevşeyen kuru fasülyenin altını kısıp kendime bir tabak doldurayım.
Maça kadar da yersem iyi olacak!



oy vermeye giderken yüzümdeki o mutlu eşşek gülümseyişim..

sandıklar açıldıktan sonraki haleti ruhiyem!

Ama yine de canlı-kanlı bir umudumuz daha var!
O da 12 dev adamın bu akşam ABD ile kıyasıya yapacağı final maçı!
Gönlümüz, ruhumuz, dileklerimiz her birşeyimiz kazanmaktan yana!
BOL ŞANS TÜRKİYE!

10 Eylül 2010 Cuma

o asker, can asker!


Heyecanla beklediğimiz o özel ve gerçekten güzel gün geldi. Bizler, mutluluktan iyice açılmış ağızlarımızla küçük.kırmızı.arabada yerlerimizi alıp pazartesi gecesi çıktık yola.

Feribot, karayollarının kıvrımlı virajları, otobanda 130-140 km.hız, sırt çantasına özenle yerleştirilmiş sürpriz hediyeler, mis kokulu ve kabarık bir mektup zarfı, minik notlar, seyahat defteri, fonda son günlerin popüler parçaları -especially tarkan- bol-bol sohbet & eğlenceli bir yolculuk ve ilk saatlerde pıt-pıt atarken son dk.larda küt-küt atan sevgi dolu bir kalp..
Hepsini birden doldurdum cebime Onur'u gördüğüm ilk dk.da boşaltıverdim avuç dolusu önüne!

ilk dk.
Öylesine farklı, öylesine heyecanlı ve öylesine özlem yüklenmiş ki o anı beynim nasıl da işlemiş uzun belleğinin en derin noktasına. Durup durup gözlerimin önüne getiriyor aynı sahneyi, ardından yüreğim atağa geçip kütür kütür atarken ağzımdan fırlayıp çıkacak diye nefesimi tutup yumuyorum dudaklarımı olanca gücümle!

Çok özlemişim.
Hem de deli gibi..
Normal şartlarda hemencecik geçiveren 26 gün, önümde lastik gibi uzamış gitmiş km.lerce yol almış aradan geçen zamanı da yıllara bölmüş gibi bitemedi benim nezdimde ve bu bitmeyen zamanın acısını içimde beslediğim özlemle birlikte yoğurdum.

Kavuştuk sonra.
Sarıldım. İçime sokarcasına sarıldım hem de!
Engel olamadım gözlerimden iki damlacık düşüverdi yanağıma.
Ama bu iki damla düşerken nasıl da mutluydum. Sevinç gözyaşları derler ya işte ondandı dökülen yaşlar.

...

Yanımda olmasından fec'i keyif aldığım ve kendimi yanında çok çok huzurlu hissettiğim sevdiceğimle 2 gece 3 gün geçirdik. İlk gün&gece hep evdeydik ve sohbet ettik. Anlattı durdu. Ben de dinledim durdum. Onu daha iyi anladım. Telefonda sınırlı dk.lardaki konuşmaların acısını çıkarırcasına saatlerce konuştuk. Uykudan gözlerimiz kan çanağına dönmüş olsa da -ki buna ilaveten yapmış olduğumuz yorucu yolculuk da var- devam ettik sabaha kadar.

Sonra biraz soluklanalım dedik. Uyuduk, uyandık. Ayvalık'a gittik. Bir deniz havası aldık. Buz gibi sularda serinledik. Cennet tepesine çıktık. Bu kez yanımızda şarjı fullemiş bir nikon vardı ve bizi turkuaz maviyle buluşturan fotoğraflara manken seçti biz de pozlar verdik. Yörük Çadırında gözleme yedik. Cunda Ada'sında kızarmış dondurmada karadut'la sakızı buluşturup midemize bayram ettirdik. Ardından yine döndük Balıkesir'e. Yorgun ve uykusuz olsak da biraz dinlenip yine koyulduk en uzun muhabbetlere.

Sabah oldu.
Bayram tebriği, bayram kahvaltısı, bayram tatlısı, bayram harçlığı, bayrama bulanmış bayram askeri derken saat 17:30'da birliğine teslim oldu sevdiceğim.
Bizler de gözlerimiz arkada ve sisli gözyaşlarıyla geri döndük. İçimizde Tanrı'ya edilen şükürler de yanında pek tabii. [Tüm zorluğuna karşın iyi bir yerde ve kısa dönem asker olması şükrü ziyadesiyle gerektiriyor!]

İnanıyorum ki geriye kalan şu 4,5 aylık süre hepimiz için rahat ve güzel geçecek ve dilimde kotasını taşıran dualarım yalnızca Onur için değil tüm askerlerimiz için dillenecek.
Hayırlısıyla gelmelerini nasip etsin güzel mevlam!

İçim rahat.
İçim dolu.
İçim özlem çentikleri atmaya başladı çoktan.
Son 130 günden geriye sayıyorum.
Hadi bakalım!



O serenat yapar ben de huşu içinde ve baygın bakışlarla O'nu dinlerim he-he! :)


Cennet Tepesi'ndeyiz.
O yanımda ve pek sarılgan(!) bir çiftiz biz! [sarılgan nedir yahu?] :)


Gitmeden bir de şarkı postlayasım geldi..
Ama blogger linki kaydettiğimde sorun çıkarıyor :(
Bu sebepten başka bir posta bırakıyorum şarkı olayını.

Tez zamanda görüşmek dileğiyle!

4 Eylül 2010 Cumartesi

iyisi mi sen kalk gel bana!


annem Ordu'da.
bu gece de ablam ve minikler gidiyor ananelerinin yanına.
ben de pazartesi akşamı çıkıyorum yola.
Onur'un annesi, babası ve arkadaşı ahmet.
Balıkesir'e gidiyoruz.
bayramda da oradayız.
sevdiceğimin yemin töreni var.
bir heyecan bir heyecan bendeki sorma gitsin!
minik minik paketler içinde hediyeler hazırlıyorum..şekerlemeler, kurabiyeler, mektuplar, ve daha onlarca güzel detay.

Onur henüz acemi birlik'te olduğundan sebep ne bir mektup gönderebildim ne de gün içinde sesini özlediğim vakit arayıp konuşabildim. akşamları 5-10 dk. en fazla. o da o ararsa aramazsa konuşmadan geçirdiğim birkaç gün.
içinde olmayan bilemiyormuş bu nasıl bir durum, nasıl bir özlem, nasıl bir bekleyiş ve heyecan..
uzak-yakın farketmiyor "asker ocağı" doğusu/batısı her yerde aynıymış bunu anladım.

[Onur ailemde askere giden ilk kişi değil..abilerim de gittiler..onlar Onur kadar şanslı değillerdi. Hakkari/Mardin/Şırnak/Bitlis/vs. gibi güzelim şehirlerimdi onların gittikleri yerler..Bu yüzden şükürler ediyorum en içteninden. Her sabah uyandığımda aklıma gelen ilk isim için şükrediyorum ve hep kolaylıklar diliyorum.]

Aslında çok çok uzun bir zaman geçmedi üzerinden sadece içimde büyüdü geçen zaman.
Gün itibariyle 23 koca günü geride bıraktık..Abartısız 23 ay gibi geçti zaman. Daha önümüzde 5 ay var. Geçecek elbet, biliyorum. İşe başlayayım daha çabuk geçecek günler. En azından "usta birlik"te sesini özlediğimde arayıp konuşabileceğim. Mektupmania bir kişi olarak yazdığım mektupların biri gidecek biri gelecek. Daha rahat olacağız.
Umutluyum..

Hastayım da bir yandan.
Grip oldum. Kendime yeni yeni geliyorum. 3 gün yataktaydım. Annem de yok yanımda. Kardeşimin hali tam allahlık zaten. O benden bekliyor ben ondan. İlaçlar ve sıkı bir beslenmeyle atlattım ağır halini. Sürekli akan bir burnun dışında birşeycik kalmadı. Onun da tez zamanda eski sağlığına kavuşmasını diliyorum. Yoksa 32lik ruloyu sırf akan burnum için harcamak zorunda kalıcam.

Hayat akışında ilerliyor.
Yazmaktan ziyade okumaya ağırlık verdiğim bir dönemdeyim bunu görüyorum.
İzliyorum, takip ediyorum, yorumluyorum, etrafımda dönen olaylara karşı hastalığıma inat gayet ilgiliyim.
Çok düşünüyorum ve de.
Bu yüzden saçlarımda beyazlar çıkmış, üzüldüm. Amma "yapcek bişi yok" diyorum.
Palette tarçın bakır imdadıma yetişir benim, beyazlarımla başbaşa bırakmaz beni vefakar dostum!

En çok da pazartesi gecesi gelsin diye bekliyorum.
O'nu deli gibi özledim.
Kavuşmak elzem oldu.
hadi bakalım!
sıradaki parça da O'na gelsin, asker kıyağı geçeyim Küçükbey'e..